Gündelik totalitarizm: Gündüz Vassaf ile "Cehenneme Övgü"ye bugünden bakmak

-
Aa
+
a
a
a

Antroposen Sohbetler’de Doç. Dr. Mert Günay'ın program eşlikçiliğinde Gündüz Vassaf ile söyleştik ve meşhur kitabı "Cehenneme Övgü"deki fikirlerini 35 yıl sonra tekrar değerlendirdik.

Cehenneme Övgü Kitabı ve Gündüz Vassaf
Gündüz Vassaf'la 'Cehenneme Övgü’ye bugünden bakmak
 

Gündüz Vassaf'la 'Cehenneme Övgü’ye bugünden bakmak

podcast servisi: iTunes / RSS

Yakın zaman önce Gündüz Vassaf’ın Cehenneme Övgü isimli eserini bir kez daha okudum. Kitap ilk olarak İngilizce basılmış, daha sonra Zehra Gencosman ve Ömer Madra’nın ortak çevirisiyle Türkçe’ye kazandırılmış. İlk Türkçe baskısı 1992’de Ayrıntı Yayınları’ndan çıkmış, daha sonra İletişim Yayınları 43 baskı daha yapmış. 1980’lerde, 68’ ruhuyla yazılan kitabın felsefi perspektifi etkileyici. Antroposen Sohbetlerde yazar Gündüz Vassaf’tan bu program için yaptığımız kısa söyleşide Cehenneme Övgü’deki fikirlerini 35 yıl sonra tekrar değerlendirmesini istedik.

Yaşamdaki odağı kendimizden uzaklaştırmalıyız

Eserde ele alınan birçok kavrama klasik mânâsının dışında yaklaşılmış. Bu durum fütüristik olarak tanımlanabilir. Söz konusu yaklaşım bu kavramların içini günümüzde daha fazla dolduruyor. Görünen o ki, Gündüz Vassaf’ı 80’lerde kırklı yaşlarına getiren deneyimler bugün daha fazla insan için bir gerçeklik olmuş durumda. Yazar da bu durumu “Kavramların içini boşaltarak yeni bir dil oluşturmak.” olarak tanımlıyor yani dünyaya kendimizden uzaklaşarak bakabilmek. James Webb Uzay Teleskobu’nun önümüzdeki yıllarda buna da yardımcı olacağını söylüyor. 

İçinde bulunduğumuz çağda biyoçeşitlilik ve iklim krizi gündemden düşmüyor. Yazar söyleşide bunlara dikkat çekerek, “Eğer yeni diller oluşturamaz, bir arının gözünden kendimize bakmayı düşünemezsek, kendimizi tekrarlıyor olacağız. Böylece ekseni insandan başka canlılara, daha büyük bir evrene götüremeyeceğiz.” diyor.

Bilgiye boğulan toplumlar tarihini silen toplumlar mı?

Bugün elimizdeki teknoloji bilgiye ulaşmamızı kolaylaştırıyor. Peki bu kadar bilgiye ulaşmak ve bu kadar çok ilgi alanına sahip olmak gerçekten gerekli mi? Kitap bilgiye boğulan toplumları “tarihi silen toplumlar” olarak tanımlıyor. Vassaf, söyleşimizde bilgi kavramının da günümüzde değiştiğini belirtiyor: “Galiba sadece insanı bilgiye boğmakla kalmıyor, bilgiyi de boğuyoruz. Çünkü bu kadar çok bilgi parmaklarımızın, gözümüzün ucundayken ‘nereden biliyorsun?’ diye sormuyoruz. Bilginin kaynağını sormuyoruz, duyuyoruz. Hele ki bu bilgiyi az çok güvenilir bir kişiden duyuyorsak… Bilginin kaynağını sormamakla bilgiyi öldürmüş oluyoruz.” Bugün bilgi kavram olarak değişmiş durumda ve bu gerek tarihi gerekse bugün öğrendiklerimizi bambaşka bir düzeye taşıyor. Yazarın tespiti çok yerinde: “Çünkü hep bir tekrar var. En sonunda tarihten öğrenmek lazım. Ancak, ‘tarihten öğrenelim’ diyenler bize aynı tarihi tekrarlattıranlar. O hâlde ben neden bu tarihle ilgileneyim? Neden ona bakayım? Neden onu okuyayım? Onunla boğulacağıma yarına bakayım, yeni bir ‘yarının tarihi’ni oluşturmaya çalışayım. Çünkü her yaptığımla -ya da yapmadığımla-, her düşündüğümle zaten tarih yaratıyorum. Ama ‘şu tarihin parçasıyız’ diye geçmişe baktığımızda veya bakmamız istendiğinde o tarihin önünde edilgenleşiyoruz. ‘Bu bayrağın bir parçasıyım’, ‘bu dinin bir parçasıyım’ diyerek kendimizi tarihe yerleştirip orada patinaj yapıyoruz.” Tekrarlarımızla esasında bildiğimiz her şeyin doğru olduğuna inandığımız, ‘dediğim dedik’, rafine, geçmişine, bugününe ve çevresine duyarsız totaliter bir toplum yaratıyoruz. 

Tarih kavramından ve “tarih bilinci”nden ne anlıyoruz?

Cehenneme Övgüde “Tarih bilinci az olan ya da hiç olmayan bir toplumu yönetmek kolaydır. Böyle bir toplum eleştirel değildir ve kurulu düzenden kolayca memnun kalır.” ifadesi var. Sanki nesnel tarihsel değerlendirme ve muhakeme duygumuz ortadan kalkmış durumda. Bu konuda Gündüz Vassaf şunları söylüyor: “Artık tarih bilincinden o kadar emin değilim. Çünkü tarih o kadar popüler oldu ki, tarih ve tarih bilinci denilen şey günümüzde ancak taraf tutmak için kullanılmaya başlandı. O da tarih bilinci değil, takım tutmak. Yani biz tarihi takım tutmak için okuyorsak -ki genellikle böyle- her ulus devlet, her din, her ekol, hatta tarihî ekol kendi tarihini, kendi masalını yazıyor. O tarih bilinci değil. Tarih bilinci tarihin ne kadar büyük bir masal olduğunu ve farklı masallardan oluştuğunu hissedebilmek, sezebilmek, belki de ayrımında olabilmek demek.”

Tarihin nesnel bir bilim dalı olmadığını biliyoruz. Çünkü tarih yaşanıyor ama yaşanan tarihi, yazanın gözünden okuyoruz. Aslında tarih yazarının bakış açısını alıyoruz. Bu nedenle tarih çok nesnel bir alan değil ve belli ölçüde sübjektif bir alan. Bu düşüncelerimize Vassaf şu sözlerle karşılık verdi: “Kesinlikle... Onun için ben bugünün kuşağı olsam ‘bu tarihten bana ne’ derim ki deniliyor da.” 

Medya araçlarının tekdüzelikten çıkmasıyla yönetimlerin devamlılığı arasındaki ilişki

Kitapta, “Rafine totaliter toplumlarda ise, kendisine bilgi verildigini ‘düşünen’ bir halk, iktidar yapısının devamlılığını sağlamak için elzemdir.” diyorsunuz. Yaklaşık 35 yıl öncesinin örgün haberleşme araçlarının yerini daha denetimsiz ve bireyin hem haber alan hem de haberci olduğu platformlar aldı. Kitabınızda bahsettiğiniz medya araçlarının tekdüzeleşmesi sanki artık değişti. Peki yönetimler değişti mi? 

“Bu kısmen bizim yarattığımız bir şey; yeni iletişim olanaklarıyla hem biz gündem değiştiriyoruz hem de sosyal medya aracılığıyla milyon tane farklı gündem oluşturuyoruz. Dünyayı elinde tutan büyük şirketler ve devletler bizi yine ana konulardan uzaklaştırmak için gündem yaratıyor. Birinci ana konu tabii ki iklim değişikliği. Sadece Türkiye’ye baksanız, cumhurbaşkanı, meclis ya da muhalefet üyeleri, köşe yazarları… En son kim iklim değişimi konusunda bir şey yazdı? Yok. Yani o anlamda hepimiz işbirlikçiyiz. Bu dağılan gündemi ne kadar çok ‘biz’ yaratıyor ve dağıtılan gündemin izleyicisi oluyorsak bu yeni totaliter düzene o denli hizmet etmiş oluyoruz. Düzenin daha da işbirlikçisi oluyoruz. Hatta bilgili bir şekilde, sorumlu vatandaşlar olduğumuzu hissederek çeşitli konuları konuştuğumuzu, üzerinde düşündüğümüzü sanıyoruz… Halbuki alakası yok. Buza yazılan yazılar gibi tartışıyoruz.”

“Ne yapabilirim?” sorusu sağlıklı bir gelecek için önemli

Kitapta beğendiğimiz tespitlerden biri, “Ezilenlerin çoğu zaman ezenler gibi olmaya özendikleri.” Herhalde bu insanların çok temel bir özelliğine işaret ediyor. Bu noktada “Doğayla barış içinde sağlıklı bir gelecek mümkün diyebilir miyiz?” diye sorduk ve Vassaf şunları söyledi: “Mümkün! Azıcık da Greta Thunberg’in yaptığı gibi, ‘ben ne yapabilirim?’ diyerek tartışmaktan öte, ‘ne yapabilirim?’ sorusunu sormazsak ve bu soru üzerine tartışmazsak olduğumuz yerde kalırız. Fakat yeni kuşakların ‘ne yapabilirim?’ sorusu giderek çaresizce ama vicdanen üzülerek, kızarak sorulmaya başlandı. Yani sırf şikâyet ve tespit üzerine konuşuyorsak o da bir tür edilgenlik ve mevcut düzene güç vermek oluyor. Hep bir ‘ne yapabilirim?’ sorusu olmalı ve birisiyle konuşurken bu soruyla başlanmalı. Ortaklaşa şikâyet ediyorsak ve o şikâyetle vicdan temizleyip, hemfikir olduğumuzu teyit edip huzur buluyorsak daha da edilgenleşmiş işbirlikçiler oluyoruz. Onu hemen kesip -ya da virgül koyup- ‘şimdi ne yapabiliriz?’ diye sormak lazım. ‘Ne yapabiliriz?’ sorusu bir başlangıç.”

Gecenin totaliterleşmesi…

Günümüzde çevresel etmenler ve teknoloji hızla değişiyor. Ama bu değişim toplum ve insanlık için doğru bir gelişimi beraberinde getirmeyebilir. İnsan, yaşamındaki değişiklikleri, hayatı algılayışını sosyal düzenine, kurumlarına, kanunlarına, hak ve özgürlüklerine ne hızda yansıtabiliyor? Bu aradaki faz farkı açıldıkça sanki yaşamımız ve kurduğumuz düzen birbirinden ayrışıyor. Bu ayrışmanın sebebi belki de tembel olmamız… Vassaf, büyük meselelere odaklanıp, küresel düşünüp, günlük hayattan uzaklaştığımızı düşünüyor ve ekliyor; “…makas açıldıkça daha global düşünüp, daha büyük meseleleri düşünüp, tartışıp günlük hayattan uzaklaşıyoruz. Bu nedenle yine ‘ne yapabilirim?’ sorusunu vurgulamak istiyorum. En basitinden iklim krizinde enerji tüketiyoruz. Öyleyse avcı toplayıcı dönemdeki insan gibi erken yatalım ve erken uyanalım. Bu sadece enerji tasarrufu değil, günümüzü daha zengin yaşamayı da olanaklı kılacaktır. Çünkü artık gün içinde işten  yorgun düşen insan özgürlüğünü akşam yaşayacağını düşünmektense -Cehenneme Övgü’de dediğimin tam tersine- eğlence tüketimi veya yorgunluğuna bir uyuşturucu arama peşinde. Sırf oradan, yani günü daha uzun yaşamaktan, gün ışığından daha fazla faydalanmaktan, doğaya daha duyarlı olmaktan başlasak, o bile büyük bir değişikliktir. Bu herkesin yapabileceği bir şey.” Burada bir ironiye dikkat çekmek yerinde olacak; Cehenneme Övgü kitabının ilk bölümü gecenin insanı nasıl özgürleştirdiğini anlatıyor. İsmi Gündüz olan birinin geceye övgüsünü okumak ilginç. Kitabı okumayı düşünenler bu bölümü pek beğeneceklerdir. Gündüz Vassaf yıllar içinde sanki biraz “gündüze övgü” noktasına gelmiş. Farklılaşan yaşam tarzı ve Covid-19 salgınıyla değişen düzenle artık gece totaliterleşiyor ve bu tespitimizi doğrulayan Vassaf şöyle devam ediyor: “Evet, çünkü bu yine teknolojinin değişmesiyle, evden çalışmakla -ki bu bazı ülkelerde yüzde 40’lara vardı- oldu. O saatlerimiz bize daha fazla aitti. Onun için güne, gün ışığının olduğu zamana daha çok vakit verebiliriz. Gün içinde o özgürlüğü yaşama olanağımız çok daha fazla. En azından iş git-gelinde iki üç saat yolda harcamaktan kurtuluyoruz. Yani günümüz artık değişiyor. Ama bir arkadaşım sizin dediğinizden yola çıkarak kitap ilk çıktığında gazeteye ‘Gündüz Geceye Karşı’ diye bir manşet atmıştı.”

Aşk her zaman yeni bir dil oluşturmaktır…

Kitabın son bölümü de çok etkileyici. Son bölümde “Aşkın varlığından çok yokluğunun bilincindeyiz.” diyorsunuz. Bu sanki biraz olduğumuz şeylerle değil de olmadığımız şeylerle kendimizi tanımlamaya çalışmamızdan kaynaklanıyor. Vassaf, bu tespitimiz üzerine şunları söyledi: “Evet, ‘aşkın yokluğu’ sanki ‘benim varlığım’a dönüştü. Yani aşktan eğer başka birisiyle yaşayacağımız bir ilişkiyi kastediyorsak, eskiden ‘Ben sana ne verebilirim?’, ‘Seni nasıl daha mutlu edebilirim?’, ‘Senin hayatını nasıl daha zenginleştirebilirim, kolaylaştırabilirim?’, ‘Senin nasıl daha çok gülmeni sağlayabilirim?’ gibi sorular sorulurken şimdi ‘O bana ne verebilir’ diye düşünmeye başladık. Yani “Ben hayatımda bunları yapmak istiyorum, tercihlerim bunlardır.“ diyoruz. Peki, karşımdaki kişi bu tercihlerin gerçekleşmesinde bana ne kadar yardımcı ve destek olabilir? Benmerkezci olmaya başladık. Aşk birlikte oluşturulacak yeni bir dünyadan, yeni bir dilden çok kendimiz için oluşturduğumuz dile, ‘O kişinin katkısı ne olabilir’e dönüşmeye başladı. Halbuki aşk her zaman yeni bir dil oluşturmaktır. Kendine olan aşkından bir resim yap, bir roman dili oluştur…Hep aynı şeyleri yap ve bunlar çok satsın; sen de kendini tekrarla, ancak beş on tane daha satacaksındır. Ama o artık kendine aşktır, yaptığın işe aşk değildir.”

Yaşamı tüketmeden yaşamayı öğrenmeliyiz

Bu söyleşinin neredeyse tamamını yazıya dökerek kavramsal bütünlüğü vermeye çalıştık. Okuyucular Antroposen Sohbetlerin kayıt arşivinden söyleşinin buraya taşıyamadığımız diğer bölümlerini dinleyebilir. Yazıyı noktalamak adına “yaşam”da istediklerimizi elde etmek için çaba harcarken “yaşam”dan almamak, bilakis yaşama, yani doğaya vermek, tüketim patolojimizi en aza indirerek iyileşmek ve “ne yapabilirim?” diye sormak geleceğimiz açısından kesinlikle elzem görünüyor.